4.02.2020 11:16:10
“KIRMIZI MÜREKKEP”
PMD’nin kısa tarihi… Parlamento Muhabirleri Derneği, dönemin Cumhuriyet Gazetesi’nden merhum Sait Arif Terzioğlu, Haber Ajansı’ndan merhum Behiç Ekşi (Ö:25 Eylül 2004), Yeni İstanbul Gazetesi’nden merhum Muzaffer Yılbar, Milliyet Gazetesi’nden merhum Orhan Tokatlı (Ö:18 Mart 2011), Son Havadis Gazetesi’nden Abdullah Uraz, Yarın Dergisi’nden merhum Müfit Duru, Yankı Dergisi’nden merhum Muammer Taylak (Ö:26 Eylül 1999) ve Tercüman Gazetesi’nden merhum Şemsi Kuseyri (Ö:1 Mayıs 1988) tarafından 29 Nisan 1964′te kuruldu. Derneğin amacı, tüzüğünde de belirtildiği gibi; - TBMM çalışmalarını izlemekle görevli muhabirleri bünyesinde toplamak, - Parlamento Muhabirliği’ni gazeteciliğin özel bir uzmanlık alanı haline getirmek, -Mesleğin onurunu koruyacak ve yükseltecek çalışmalar yapmaktı. Aradan yarım asır geçti. Ve zaman gösterdi ki; onurlu gazetecilik, basın etiği, tarafsızlık, ilkeli ve tutarlı olmak o kadar kolay değil. Bunun için öncelikle özgür ve demokratik bir ortamın gerekliliği, son yarım asırda yaşanan tarihi sürçle de kanıtlanmıştır. Düşünce özgürlüğünün olmadığı veya sınırlandığında demokrasiden değil, ancak faşizmden, diktatörlükten söz edilebilir. Demokrasi ve düşünceyi açıklama özgürlüğü birbirinden beslenir ve ancak birlikte varolabilir ya da tam tersi, birlikte yok edilirler. Parlamenter demokrasilerde, parlamento muhabirliği bu etle tırnak gibi birbirinden kopartılamaz ilişkinin en özgün ve anlamlı örneğini oluşturur. Parlamento muhabirliği, halkın kendini yönetmesi için zorunlu olan haber/bilgi alma hakkının en sağlam dayanağıdır. Parlamento Muhabirleri Derneği (PMD) geçen 50 yılda demokrasi ve özgürlüklerin gelişimine özgün katkılarıyla kendini kanıtlamış bir geçmişe ve geleneğe sahiptir. Üstelik bu katkıyı demokrasinin askıya alındığı dönemlerde bile kesintisiz sürdüren sağlam duruşuyla ne kadar övünse azdır. Parlamentonun, demokrasinin, her türlü özgürlüğün tümüyle ortadan kaldırıldığı 12 Eylül faşizminin en karanlık günlerinde, herkesin sustuğu, susturulduğu, yüzbinlerce insanın askeri cezaevlerine doldurulduğu, onlarca idam cezasının uygulandığı dönemde bile PMD her fırsatta demokrasi ve özgürlüklerin yeniden kazanımı mücadelesinin ön saflarında yer almıştır. 12 Eylül faşist darbesi, hükümeti, parlamentoyu tüm siyasi partileri ve işçi sendikaları dahil tüm sivil toplum örgütlerini kapatıp, ülkeyi tam bir korku tüneline soktuğunda; PMD de bu saldırıdan nasibini alarak kapatıldı. Basının susturulduğu, en temel insan haklarının hoyratça çiğnendiği bu karanlık dönemde, gözaltına alınıp aylarca hakim karşısına bile çıkartılmayan gazeteciler arasında PMD üyeleri de vardı. PMD’nin efsane Başkanı Rafet Genç bu dönemdeki olağanüstü çabası ve mesleki dayanışma direnciyle anıtlaşmıştır. Gözaltına alınan meslektaşlarının serbest bırakılması için gösterdiği olağanüstü cesaret ve işsiz bırakılan üyelerinin hayata tutunabilmesi için yaptığı girişimler hafızalarda silinmeyecek derillikte izler bırakmıştır. Ama hepsi bu kadar değil. Kapatılan parlamentonun yerine faşist askeri yönetimce atanan Danışma Meclisi döneminde, göstermelik da olsa yapılan yasama faaliyetlerinin izlenmesi Parlamento muhabirleri için giderek komediye dönüşen trajik olaylara sahne olur. TBMM’nin mahzen katında olan eski Basın Bürosu’ndan bırakın kulise geçmek, yemekhaneye gitmek bile yasaktır. Gazeteciler yemek saatinde meclisin arka bahçesine tek sıra dizilmekte, başlarına bir meclis görevlisi verilerek tüm bahçe katedilip, yemekhane bölümüne arka kapıdan gidilebilmektedir. Ankara’nın dondurucu kış koşullarında Meclis bahçesi yerine, kulis geçişlerinin bu zorunlu hallerde kullanılmasına askeri yönetimin ikna edilmesi bile uzun bir çabayı ve gözaltına alınıp işinden atılma riskini de göğüslemeyi gerektirmiştir. Askeri yönetim, bir süre sonra kapatılan derneklerden bir kısmının, başvuru halinde durumlarının incelenerek, faaliyet göstermesine izin verileceğini açıklayınca, PMD bu başvuruyu yapmaya karar verdi. Ama bu kez de başvuru dilekçesinin verileceği adres olarak gösterilen Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı’nın Mamak’ta bulunan 4. Kolordu Komutanlığı’na gidilmesi cesaret isteyen bir görev haline geldi. Sonunda gözaltına alınma ve hatta “Dur ihtarına uymadı” gerekçesiyle vurulup öldürülme dahil tüm riskler göze alınarak bu başvuru yapıldı. Bu söylenenler abartı sanılmasın, o dönemde Başkent Ankara’nın merkezi yerlerinden Cebeci Dikimevi’nde, düğünden çıkıp, sokağa çıkma yasağı başlamadan evine yetişmek isteyen 4 kişilik bir ailenin, “dur ihtarına uymadığı” gerekçesiyle sıkıyönetim görevlilerince araçlarının içinde vurularak öldürüldükleri ajans, gazete ve savcılık kayıtlarına geçmiştir. PMD’nin tarihi aslında Türkiye’nin demokrasi tarihinin bir yansımasıdır. Geçici olduğu ilk günden ilan edilen “askeri yönetim” bir süre sonra kendine yakıştırdığı “ara rejim”den “demokratik rejim”e geçişin bir işareti olarak askıya aldığı 1961 Anayasası’nın yerine yeni bir anayasa hazırladı. Askeri yönetim biraz da uluslararası toplumun eleştirisini yumuşatmak için büyük bir özveride bulunarak(!) hazırladığı anayasa taslağını 15 günle sınırlı olmak koşuluyla eleştiriye açtı. Ancak ortada bu eleştiriyi yapabilecek sivil toplum örgütünün kalmaması bir yana, buna cesaret edecek yurttaşları bulmak bile imkansıza yakındı. İşkencenin, ölümlerin sıradan olay haline geldiği, bir yatağa üç kişinin düştüğü insanlık dışı koşullardaki askeri cezaevine hiçbir yargı kararı olmaksızın insanların yıllarca tıkıldığı günlerden söz ediyoruz. İşte tüm bu olumsuz koşullarda bile PMD, Anayasa taslağına ilişkin eleştirel görüşlerini ilk açıklayan kurumsal yapı olma onuruna de erişti. Ayrıntılarını PMD yayınlarında bulabileceğiniz bu açıklama, anayasayı eleştirmesi beklenen aydın kamuoyundaki korku eşiğinin aşılmasını sağladı. Üstelik PMD yaşanan korku döneminde üstün bir cesaret olarak algılanan çok temel saptamalarda bulunarak eleştiri eşiğini de yükseltmiş ve göstermelik, danışıklı dövüş sayılabilecek yapaylıklara sapma kolaycılığının da önünü en baştan kesmiştir. PMD, Demokrasinin dayanağı olan 1982 Anayasası’nın kabulünden sonraki dönemde de özgürlükçü demokrasi arayışını sürdürdü. Kapatılan siyasi partilerin yerini yenileri aldı. Askeri yönetimin izin verdiği partilerin katılımıyla gerçekleşen ilk seçimlerden sonra kurulan yeni hükümet bile askeri yönetimin tereddüt ve çekinceleriyle karşılaştı. Henüz birkaç aylık ömürleri olan siyasi partilerin askeri vesayete karşı çıkacak güçleri ve buna uygun toplumsal ortam henüz oluşmamıştı. Askeri yönetim bir aylık gecikmeye yol açan terüddütten sonra seçimlerden birinci parti olarak çıkan Anavatan Partisi’nin Genel Başkanı Turgut Özal’a ülke yönetimini devretti. Tabi bu devirden önce Türkiye’nin en büyük yatırımlarından biri olan F-16 savaş uçağı satınalınmasına karar vermeyi de ihmal etmedi. Sonradan çok konuşulan bu şaibeli savaş uçağı ihalesi, dönemin Hava Kuvvetleri Komutanı ve Milli Güvenlik Konseyi’nin 4 üyesinden biri olan Tahsin Şahinkaya’nın “Dünyanın en zengin generali” ünvanıyla dünya basınında yer almasını da gündeme getirdi. Yine de demokratik rejime geçişin önemli dönemeçlerinden biri aşıldı. PMD yönetimi yeni siyasi partilerin ürkek ve endişeli tutumlarını cesaretlendirmek için Özal Hükümeti’nin görevi devralmasından on gün sonra Ankara’da “Demokrasi ve Basın” konulu bir sempozyum düzenledi. Sempozyuma ANAP Genel Başkanı Turgut Özal, Halkçı Parti Genel Başkanı Necdet Calp, Milliyetçi Demokrasi Partisi Genel Başkanı Turgut Sunalp ile seçimlere girmesine askeri yönetimin izin vermediği Refah Partisi Genel Başkanı Ahmet Tekdal, Sosyal Demokrasi Partisi Genel Başkanı Erdal İnönü, Doğruyol Partisi Genel Başkanı Yıldırım Avcı da katılarak “Demokratik Rejimlerde Siyasi Partiler ve Basın” konusundaki görüşlerini yazıla veya sözlü olarak açıkladılar. Gencecik siyasi partilerin kök salıp yeşermesinde, atılan bu adımların katkısı elbette yadsınamaz. Aynı sempozyumda siyasi partiler kadar büyük bir korku şokunda geçmiş olan basının yönetici ve temsilcileri de “Türkiye’de İletişim Hakkının Kullanımı ve Basın” konulu oturumda görüşlerini açıklayarak, özgürlüğe doğru kanat çırptılar. PMD, basın özgürlüğü ve demokrasinin dar kalıplardan çıkartılıp, sınırlarının genişletilmesine de hep duyarlı kaldı. Bunları sınırlayacak gelişim ve girişimlere hep karşı durdu. Basın özgürlüğünün sınırlandırılması konusu, sadece askeri dönemlerde değil göreceli olarak daha demokratik ortamlarda da hep gündemde kaldı. İktidarlar sürekli olarak bu özgürlüğü sınırlamak istedi. Bu sınırlamada en çok da ifade özgürlüğü ile hakaret ve sert eleştirinin sınırlarındaki belirsizliği temel aldılar. Özgürlükçü bir demokratik sistemde iktidarın davranışlarının, yalnızca yasama ve yargı organları tarafından değil, aynı zamanda basın ve kamuoyu tarafından denetlenmesi gerektiği, hükümetler için her dönem sorunlu oldu. Oysa Türkiye’nin de üyesi olduğu evrensel hukuk kriterlerinde ölçü olarak kabul edilen Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) artık içtihat haline gelen bu konudaki kararında özetle şu görüşü benimsedi: “Castells/İspanya (23.4.1992) davası;. AİHM, 10. maddenin ihlal edildiği sonucuna vardığı kararında, hükümete yöneltilen eleştirilerin sınırlarının, özel bir kişiye, hatta bir siyasetçiye kıyasla geniş olduğunu, demokratik sistemde hükümetin davranışlarının yalnızca yasama ve yargı organları tarafından değil, aynı zamanda basın ve kamuoyu tarafından denetlenmesi gerektiğini belirtti (paragraf 46). Bu karardan da anlaşılacağı gibi, AİHMnin hakaret ve sövme olaylarında sağladığı koruma üçlü bir ayırıma dayanıyor. En geniş eleştiri sınırları, hükümete yöneltilen eleştirilerde. Arkasından siyasetçiler geliyor. Siyasetçileri eleştiri sınırları da geniş. Üçüncü sırayı özel kişiler alıyor. AİHM, özel kişilerin kişilik haklarına daha geniş bir koruma sağlıyor.” AİHMnin, basın özgürlüğüne müdahalede göz önünde tuttuğu önemli bir nokta da, kamu çıkarının olup olmadığıdır. Thorgeir Thorgeirson/İzlanda (25.6.1992) davasında, Thorgeirson bir gazetedeki iki yazıda polisin aşırı şiddete başvurmasını eleştirir. Üniforma giymiş vahşi hayvanlar gibi ifadeler kullanır. Hakaretten dolayı 10 bin İzlanda Crownuna mahkûm olur. AİHM, kararında, eleştirilerin genel bir nitelik taşıdığını, belirli bir polis memurunu hedef almadığını ve kamuoyunu ciddi bir şekilde ilgilendiren bir konuyu ele aldığını göz önünde tutarak, mahkûmiyetin 10. maddeyi ihlal ettiğine karar verdi. Bu kararda ilginç bir nokta, AİHMnin, hükümetin ileri sürdüğü siyasal konular ile kamuoyunu ilgilendiren konular arasında bir ayırım yapmayı reddetmesi. Düşünceyi açıklama özgürlüğünde iktidarlar ile sorunlu alanlardan birini oluşturan bir başka önemli konu ise “haber kaynağının gizlenmesi” kosunudur. AİHM, Goodwin/İngiltere (27.3.1996) davasında, gazeteci Goodwin, bir şirketin mali durumuna dair gizli bilgiler elde eder. Yargı, bu konudaki yazıları yasaklar ve Goodwinden haber kaynağını açıklamasını ister. Goodwin reddeder, para cezası alır. AİHM, haberin kaynağının açıklanmasının, haberi kimin sızdırdığının bilinmesi ve bu kişinin şirkette işine son verilmesi gibi yararlar sağlayacağını, ancak bütün bu yararların gazetecinin haber kaynağının korunmasındaki yaşamsal kamu çıkarına kıyasla daha büyük bir ağırlık taşımadığı gerekçesiyle, haber kaynağının açıklanması talimatının ve verilen para cezasının 10. maddenin ihlalini oluşturduğuna karar verdi. Bu örnekleri burada sıralamamızın nedeni, PMD’nin düşünce özgürlüğünü sınırlama istek ve taleplerine karşı yıllardır sürdürdüğü ilkesel duruşunun altını çizmek içindir. 12 Eylül darbesinin liderinin Cumhurbaşkanı olarak rejimi hala kontrol ettiği dönemde basını da kontrol altına almak için kurulmasını ısrarla istediği “Basın Konseyi” girişimine PMD ilk günden karşı çıkmıştır. Askeri yönetimin zorlamasıyla 1982 yılından itibaren gazetecilerin kendilerine kurdurulmak istenen “otokontrol” sistemi “Basın Konseyi” adı altında yaşama geçirilmeye çalışıldı. “Basın Konseyi” kurucularının açıkladıkları ilk taslakta, “meslekten atma/çıkarma” dahil pek çok “denetim” yetkisi konsey yönetimine tanınmaktadır. PMD bu girişime karşı olduğunu konsey kurucularına uzun ve içeriği çok zengin bir yazılı metinle iletti. Bu karşı çıkış etkisini gösterdi ve konsey kurucuları gazetecileri meslekten çıkarma cezasından vazgeçtiklerini açıkladılar. PMD’nin öncülük ettiği karşı çıkışın etkisi ve gücü karşısında girişimlerini bir süre askıya aldılar. PMD bu durumun yarartacağı tehlike ve tehdidin tümüyle açığa çıkması için 5 Temmuz 1986 tarihinde “Basın Konseyi ve Basın Sorunları” konulu bir açıkoturum düzenledi. Basın Konseyi kurucularından Oktay Ekşi ile Yalçın Doğan’ın karşısına PMD’nin görevlendirdiği Uğur Mumcu ile Kemal Balcı konuşmacı olarak çıktı. Kurulmak istenen Basın Konseyi’nin tüm boyutlarıyla irdelendiği bu açıkoturumun etkisiyle girişimciler uzun bir süre konseyi hayata geçirmeyi durdurdular. Sonunda Basın Konseyi askeri yönetimin arzuladığı “otokontrol” sistemi yerine, basın özgürlüğünü savunmaya daha yaktın bir meslek örgütü olarak kurulabildi. Gazetecilik mesleğinin tabanını temsil eden PMD sağlam duruşuyla bir tehdit ve tehlikeyi de en az zararla savuşturmayı başardı. İlk haliyle kurulsaydı Basın Konyesi, Basın Yasası’nda zaten çok dar tutulan özgürlükleri daha da kısıtlayıcı sözde bir sivil toplum örgütü gibi işlev görecekti. Düşünce özgürlüğünü kısıtlayıcı pek çok hükümet girişimi, PMD’nin de etkin olarak katıldığı mücadelelerle sonuçsuz kaldı. Örneğin Özal Hükümeti’nin bir dönem ısrarla çıkarmak istediği “yalan haber yasası” uzun çabalar sonucu gündemden çıkartıldı. Gazeteciler için askeri yönetim döneminde verilen inanılmaz uzunluktaki hapis cezalarının (bazıları 630 seneyi buluyordu) kaldırılması ve af yasası kapsamına gazetecilerin öncelikle alınması bu kapsamdaki PMD etkinliklerindendi. PMD’nin yıllık “balo”ları da bir döneme damgasını vurdu. “Ara rejim” sonrası siyasetin normalleşmesinde bu gecelerin önemli rolü oldu. Siyasi parti liderleri bu gecelerde bir araya geldi. Sosyal demokrat kanattaki iki partinin aralarındaki soğukluğun giderilmesi ve birbirlerine yakınlaşarak sonuçta birleşmeye varacak görüşmelerin temeli, böyle bir gecede atıldı.PMD baloları, gösteri dünyasının seçkin sanatçılarının sahne almak için yarıştığı platform olma özelliği de taşıdı.Her yıl PMD balosunda sahneye kimin çıkacağını saptamak bile ciddi bir sorun oluştururdu. Başbakanın, bakanların, parti liderlerinin, siyasetçilerin ve gazetecilerin balosunda sahne almak ve ertesi gün medyada günün konusu olmak, sanatçılar için kaçırılmaz bir fırsattı.1978 yılında gerçekleşen ilk balonun, “salon sorunu” nedeniyle küçücük bir mekanda üstüste yığılırcasına ama son derece keyifli bir ortamda yapıldığı göz önüne alınırsa, PMD balolarının yıllar içinde ulaştığı seçkin yerin önemi daha iyi anlaşılabilir. PMD mesleki dayanışmaya da özel bir önem veren örgüttür. Kurucusu olarak içinde yer aldığı G-9 Gazeteciler Platformu bunun en güzel örneğidir.Toplumsal olaylarda hep demokrasinin ve özgürlüklerin yanında duruş sergileyen PMD, giderek artan kadına yönelik şiddete karşı tutumunu, “Biz de varız” bildirgesini imzalayarak gösterdi. Son yıllarda gazetecilere yönelik artan gözaltı ve tutuklamalara da sessiz kalmayan PMD tepkisini Ankara ve İstanbul’daki çeşitli etkinliklerde yer alarak sergiledi. Meslekte yaşanan toplu işten çıkarmalar, basına farklı kesimlerde uygulanan “akreditasyon” kısıtlamaları PMD’nin karşı çıktığı olumsuzluklardandı. Yeni Anayasa ve yeni Meclis İçtüzüğü çalışmalarına kendi görüşlerini yazılı olarak sunduğu metinlerle katkıda bulunan PMD, uluslararası medya ilişkilerini de sürekli geliştirdi. Birleşmiş Milletler çerçevesinde UNDP ve UNİCEF ile ortak çalışmalar yürüten PMD, farklı ülkelerin gazetecileriyle de her fırsatta bir araya gelerek meslektaş olanların karşılıklı deneyimlerinin artırılmasına ortam hazırladı. Gazeteci-siyasetçi ilişkisini sürekli gündeminde tutan PMD, 2008 yılında Meclis çatısı altında düzenlediği bir panele evsahipliği yaptı. İki oturum halinde düzenlenen panelde hem gezeteciler hem siyasetçiler, sorunları ve çözüm önerilerini açıkladılar. PMD’nin Genel Kurul toplantıları da iç denetim ve yönetimi belirlemenin yanısıra, siyasetin gündemini de oluşturan öneme sahip siyasi katılım, konuşma ve açıklamalara sahne oldu. Pek çok yönetim listesi ve başkan adayının kıyasıya ama demokratik nezaket içinde yarıştığı Genel Kurullara, bakanlar ve parlamenterlerin ilgisi hiç eksik olmadı.Genel Kurullarda yapılan konuşma ve öneriler, hükümete ve siyasetçilere sonraki etkinliklerinde hep yol gösterici bir işleve sahipti. PMD demokrasi ve özgürlüklerin gelişimine gösterdiği duyarlılık kadar gazetecilik mesleğinin özlük hakları konusunda da her zaman önde ve etkin olmaya çabaladı. Bugün çoğunu yitirdiğimiz sendikal haklar, “yıpranma hakkı” 212 Sayılı Yasa’yla sağlanan haklardaki aşınmalar karşısında hem parlamento hem de hükümetler düzeyinde girişimlerini ısrarla sürdürdü. Bu mücadelenin hepsinde başarılı olduğu söylenemez ama sessiz kalınmadığını göstererek, gelecek için umut ışığının sönmemesini sağladı. 50 yıl sonra gelinen noktada mücadele geleneği önemini hala koruyor. Medya araçlarının yapısal ve teknolojik evrimi önümüze yeni sorunları da koyuyor. Çağdaş Alman iletişim kuramcılarından Habermasın deyişiyle kitle iletişim araçları artık "siyâsî güç odaklarının ve ekonomik çıkar çevrelerinin güdümüne girerek, kitleleri kontrol ve kolonize eden araçlar" haline gelmiş durumdadır. O yüzden Felsefeci Martin Heidegger, kamerayı "izleyiciye yöneltilmiş silah" olarak tanımlamakta; Fransız iletişim teorisyeni Paul Virilio da, "Film çekmekle silah çekmek arasında bir fark yoktur" diyebilmektedir. Demokrasi ve özgürlük günümüzde yeni tehditler ve tehlikelerle yüzyüzedir. Seçme hakkını göklere çıkaran ama demokratik uzlaşmaya karşı kör taklidi yapan bir toplum yaratma çabaları her gün yeni örneklerle karşımıza çıkmaktadır. Gerçeklere ulaşmak, gerçeği yazıp çizmek, halkın doğru ve hızlı haberalma hakkını savunmak her zamanki gibi yine en önemli görev haline gelmiştir. Slovenyalı çağdaş felsefeci Slavoy Zizek, kendi ülkesinde bilinen bir öyküyü şöyle alıntılamaktadır: "Doğu Almanya’dan bir adam Sibirya’da çalışmaya gönderiliyor. Mektubunun denetçiler tarafından okunacağını biliyor ve arkadaşlarına şöyle diyor: “Gelin bir şifre oluşturalım. Eğer benden mavi mürekkeple yazılmış bir mektup alırsanız, orada yazdıklarımın gerçek olduğunu bilin. Ama kırmızı mürekkeple yazılmışsa yalandır.” Bir ay sonra arkadaşları ilk mektubu alıyor. Her şey mavidir. Mektupta der ki: “Burada her şey harika. Dükkânlar güzel yiyeceklerle dolu. Sinemalar batıdan güzel filmler gösteriyor. Apartmanlar büyük ve çok rahat. Tek satın alamayacağınız şey kırmızı mürekkep.” Bizim yaşadığımız da bu. İstediğimiz bütün özgürlüklere sahibiz. Tek eksiğimiz kırmızı mürekkep:" PMD’yi önümüzdeki süreçte zor bir görev bekliyor: Halk için, gerçeklerin açığa çıkarılması için “kırmızı mürekkep” olmak. 12 Mart 2014 Kemal Balcı